Mutluluğa ya da sadece farkındalığı geliştirmeye yönelik bir yazı değil bugünkü yazım. Hepimizin hissettiği kederi katlamak da değil amacım. 1999 Marmara Depremi sonrası bölgeye ilk gidenlerdenim. Merkezimi kapatarak aylarca Adapazarı ağırlıklı olmak üzere bölgede çalıştım. Depremi bilen bir insan/ psikolog olarak yazıyorum bu satırları.
Ölüm kokusu…
Bölgedeki ölüm kokusunu hiç unutmadım.
Adapazarı ya da İzmit’te geçirdiğim günlere ara verdiğimde de burnumdaki ölüm kokusuyla, ağırlıkla İstanbul’da depremden etkilenmiş insanlara ve deprem sonrası sorunları şiddetlenmiş danışanlarıma ağırlık vermiştim.
O uykusuz yorgun günlerde ne damağıma takılı kalan ölümün kokusunun tatsız tadı ağlatmıştı beni ne de depremin ikinci gününde göçüğün başında anne babasını bekleyen çocukların masumluğu. Ağlanacak, üzülecek zaman değildi. Daha çok insanla bir araya gelerek depremden etkilenenlerin, özellikle çocukların önce yaşamı devam ettirmelerine sağlayacak koşulları hazırlamak, ardından travmayla başa çıkmalarını sağlamak için çalışılacak zamandı. Ben de öyle yapıyordum. Ta ki, ofisimde gördüğüm hayatının aşkıyla sarılmış uyurken depreme yakalanan ve ölmüş eşinin koluyla saatlerce göçük altında kalmış o hanımla karşılaşana dek…
Aşağıdaki yazı o hanımla karşılaştıktan sonra 19 Eylül 1999’da Milliyet’teyken yazdığım yazıdır.
Ders çıkartamadığımız Marmara Depremi’nden sonra İzmir Depremi’nden ders çıkartmamızı ve eyleme geçmemizi umut ederek, 1999’da ve diğer depremlerde kaybettiklerimizi anarak, tüm acılara başım önde saygımla…
Yüzlerce yüz gördüm bugüne dek. Sözcüklerden önce, duyguları mimiklerinde anlam bulan; ağzını açtığında kocaman bir boşluktan öte bir faaliyet gösterememenin, ses verememenin şaşkınlığını yaşayan, mutsuzluktan göz kapakları düşmüş ya da hissettikleri acının ezikliğini yansıtan yüzler.
Zamanla alıştımsa da sözlerden çok söylenişi izlemeye, seslerden önce bedendeki dili gözlemeye, zihnimde çakılı kaldı kimi yüzler. Ailenin bir karede donmuş en eski fotoğrafının duvarda, masada çerçevede ya da aynaya sıkıştırılmış hali gibi…
Son birkaç haftadaysa, yüzlerden oluşmuş hafıza albümüm, yeni yüzlere yer bırakmayacak denli dolmuştu sanki.
İşim gereği zaten çok az sayıda karşılaştığım mutlu insanın, depremin getirdiği acı, korku ya da kaygı nedeniyle daha da azalması; belki yıkılmış şehirlerde gördüklerimin geçmeyen etkisi, belki yazmak paylaşmak istemediklerim ya da paylaşamayacaklarım, bir resimlik boşluk bile kalmadığı duygusunu uyandırıyordu ben de. Ta ki onu görene dek.
Böylesine kederli, etlerini bir arada tutan kemik ve deri parçalarının artık kontrolden çıktığı duygusunu veren, her hareketin bir çırpınış ve her çırpınışın anlamsız olduğunu bilmenin getirdiği yıkkınlığı taşıyan bir yüz, daha önce hiç görmemiştim. Ölüm kokusunun olduğu şehirlerde bile.
Sevdiklerini kaybetmenin acısını yaşayabilir insan. O, kendini kaybetmişti. Sözün bittiği ulaşamayacağı bir karanlıkta, arzu ettiği sıcaklığın olmayacağını bilerek, damarları çıkmış eliyle omzunu tutarak, direnmeye çabalıyordu yalnızlığına.
Çıldırmak ya da boş vermek bir kurtuluş olurdu onun için, ama buna izin vermeyecek denli güçlü bir zihin ve kişilik varsa, her yeni gün, bilekteki zinciri çekiştirip kanatmaktan başka neye yarardı?
Öylesine yorgun ve bitkin görünüyordu ki, uzatılan eli bile tutamayacağı belliydi.
İlk kez bu denli çaresiz hissediyorum kendimi.
En kötü zamanda karşısındakine ulaşabilen ben, çekilen acının yoğunluğu karşısında o anda hiçbir şey yapamayacağımı bilerek, oturduğum psikolog koltuğunda küçüldükçe küçülüyordum. Çaresizliği bana da bulaşmıştı sanki. Söylenecek her sözün zavallılığını bilincimde hissederek, ‘empatiyle sempatiyi birbirine karıştırmayın’, diyen kitaplarıma lanet okuyarak, kalktım yerimden. Sarıldım ona. Yüreğindeki acıyı içime çekmek için dayadım başını yüreğimin üstüne. Ağladı…Ağladım göstermeyerek…
Üzgünüm, bu bir hafta sonu yazısı değil. Özür dilerim hareketim psikologca da değildi. Zaten ne o anda ne de onu düşündüğüm şu anda, psikologluk umurumda. Literatüre ters, hafta sonu ruhuna aykırı, aslında özel olan bu anıyı sizlerle neden paylaştığıma gelince:
Bir gün, böylesine büyük bir acıyla karşılaştığınızda, bildiklerinizin hiçbir işe yaramayacağını fark ettiğinizde, geriye sadece insan sıcaklığının kaldığını hatırlamanız ve böyle acıların yaşanmaması için tedbir almamız için.
Hepsi bu işte….