Varoluş amacımızı arayıp duruyoruz her birimiz. Kimimiz, farklı zamanlarda ve yaşlarda, “Niçin yaşıyorum ben? Amacım ne?” diye soruyor kendisine. Gün içinde herhangi bir şey yaparken kimsesizliğin derinliğinde. Belki bir hayal kırıklığının ardından, belki ruhsal gücümüzün iyice azaldığı bir zamanda, çıkıveriyor soru karşımıza: “Kimim ben ve niye varım?”
Kimimiz sormasa, soramasa bile, hayatının hiç olmazsa bir anında, sormaksızın hissediyor bu soruları yüreğinde. Ama topluca, “Yuvarlanıp gidiyoruz işte!”
“Aydın” diye nitelendirdiğimiz insanlar, kendi yaşam anlayışlarını ve arayışlarını anlatmaya, kabul ettirmeye çalışıyorlar yazdıkları ve yaptıklarıyla. Ve yine her birimiz, (bilinç sınırlarımız ve kişilik eğilimlerimiz doğrultusunda) bir diğerinin, “aydın” olarak nitelendirdiklerimizin, ne dediğini öğrenmek için okuyor, dinliyor, tartışıyoruz. Öğrenmek için çoğumuzun çaba sarfetmediğiyse, kendi iç sesimizi duymak.
Kalıplarla çevrili dört bir yanımız. Kadın - erkek olmak için üstlendiğimiz roller… Yetiştirilişimizle edindiğimiz maskeler… Tecrübelerle (tabi olumsuzlarla) cilalanan yüzlerimiz…
Gerçek benliğimizden öylesine uzağız ki. Kendini en iyi yakalayabilmiş olanlarımız bile, ancak bir gölge gibi taşıyabiliyorlar gerçek benliklerini yanlarında. Sadece bir gölge kadar yakın!
Niye kendimiz olamıyoruz peki?
Çünkü korkuyoruz. Sandığımızdan ve sunduğumuzdan farklı biri olmaktan, zaaflarımızın açığa çıkmasından, kullanılmaktan, saygıyı yitirmekten, artık sevilmemekten, sevilme umudunu yitirecek denli kendini sevmemekten. Onca uğraşıp kurduklarımızın anlamsızlığını görmekten, yeni hedefler yaratamamaktan, zamanın geç olduğunu kavramaktan… Bu korkularla, her gün biraz daha cilalayıp maskelerimizi, özümüzden bir adım daha uzaklaşıyoruz. Sevgileri kaybetmemek, boşluğa düşmemek için.
Hadi biraz cesaret!
Yaşam karşısında zorlanan, mutlu olmadığının farkında olan insanlara terapi uygularken, izlediğim bir yöntem vardır benim. “Siz kimsiniz?”, sorusunu yöneltirim karşı koltukta oturanlara. Sonra da maddelere dökmelerini, yazmalarını isterim. Kimileri ödevi çok zor bulur ilk anda. Kimileri de o anda akıllarına gelen birkaç özelliği sayarak geçiştirmeye çalışır. Sonuçta ödevler bir sonraki seansda yazılı olarak geldiğinde, (belirgin bir narsisizm olmadıktan sonra) listedeki eski özelliklerin çoğunlukta ve kişinin, kendini olumsuz değerlendirme eğiliminde olduğunu görürüm.
Belki siz hiç psikoloğa gitmediniz. Belki hiçbir zaman gitme niyetinde de değilsiniz. (Zaten her psikolog aynı yöntemle çalışmaz.) Öyleyse kendi kendinize oturup bu çalışmayı yapmayı dener misiniz? Çünkü yaşamdaki varoluş amacımız, bu noktadan, “kendini tanımaktan” geçiyor. Karşılaştığımız sorunlar, içimize zehrini salan çatışmalar, kırgınlıklar, umutsuzluklar ve mutsuzluklar da, kişiliğimizle yaşadıklarımızın uyuşmamasından kaynaklanıyor.
Bu yüzden “Biraz cesaret!” dedim. Hadi parça parça çıkartmaya başlayın kimliklerinizi ve kişiliğinizin dışa yansıyan örüntülerini. Soyunun yavaş yavaş. Kötü, çirkin, ayıp, pis diye nitelendirmeyin hiçbir özelliğinizi. Yüzyıllık dantel giysilere gösterilen özene denk bir özenle, soyun kendinizi. Çırılçıplak kalın korkmadan.
Ve bakın, görün gerçek benliğinizi. Dürüst olun. Katıksız ama hoşgörülü bir dürüstlükle, inceleyin kendinizi. Parçalara ayırın, parçaların birleşimini görün. Tanıyın kendinizi. Sonra da eksik parçayı, parçaları bulun.
Bırakın onun, bunun sizin hakkınızda ne dediğini, ne düşündüğünü. Hayatınızın amacı, yaşamın anlamı, öğrendikleriniz, hissettikleriniz, keşfettikleriniz ve sezdiklerinizle içinizde gizli.