Artık ruhum kaldırmıyor. Çocukların göz göre göre saldırganlığın içine çekilmesine, kendi hayatlarını mahvetmelerime ya da başkalarınınkini yok etmesine tahammül edemiyorum.
Bildiğim üç – beş argo sözcüğü içimden söylemenin, Olympos’ta oturan ilkel tanrılara yakarıp, elime dünyayı değiştirecek sihirli bir güç vermelerini dilemenin sorunu çözmeyeceğini biliyorum. Bu yüzden de konuyu ruhumun/ psikolog koltuğunun dışına taşıyıp, yazıyorum.
Çocuklar, küçücükleri bile birbirine zarar veriyor. Bir şeylerden korkan bir çocuk daha ötesine geçip hayatına son veriyor. Niye?
Ölüm - ölme - öldürme
Küçücük çocukların kafasına, ölme / öldürme fikrini kim, kimler, nasıl sokuyor? Ve çocuklar hangi kontrolsüzlükte saldırganlık, zarar verme ve zarar görme üçgenine çekiliyor? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız. Hem de hemen. Yoksa ekonomi düze çıkmış, turizm patlamış, deprem tehlikesi geçmiş, hiçbir şeyin önemi kalmayacak. Çünkü kokladığımız, gülüşüyle can bulduğumuz daha çok çocuğumuzu kaybetmeye başlayacağız.
Çocuklar, bilinen anlamıyla ölümü altı yaşlarına dek kavrayamaz. Uyumak ya da uzaklara gitmek gibi algılarlar ölümü. Tıpkı oyunlarında olduğu gibi, soluğunu tutup gözlerini kapatacak, sonra kıkırdamalarına engel olamayarak oyuna katılacak gibi düşünürler. İlerleyen yaşla birlikte ölümü kavrarlar ve bu kavrayışla, ölümden korkmaya da başlarlar.
Saldırganlık ve ölüm
Saldırganlık bir güdüdür. Göz korkutma, aşağılanma, engellenme gibi durumlarda, bir tepki olarak ortaya çıkar. Bilim adamlarının bir kısmı saldırganlığın öğrenildiğini, sonradan kazanıldığını ileri sürer. Bazılarıysa bir içgüdü yani, insanın doğasında olduğunu. Örneğin Freud’a göre, yaşam ve ölüm (eros ve tanatos) temel içgüdülerdir. ‘Ve insan yaşamı sürdürebilmek için, ölümden kaçtığında, saldırgan tepkiler ortaya çıkar.’
İnsanın kendisine yönelik saldırganlıkları da vardır. Herhangi bir engellenme karşısında, neden olarak kişi kendisini görür ya da suçlarsa, kendini aşağılamadan, öldürmeye dek uzanan bir çizgi içerisinde, ‘ben’ine yönelik, saldırganlık yaşar.
Hangi bakış açısından bakarsanız bakın, saldırganlık duygusunun dışa vurumunun taklit yoluyla öğrenildiği açıktır. Çocuklar tıpkı yemek yemeyi, okumayı öğrendikleri gibi saldırgan tepki biçimlerini de öğrenirler. Öğrenme süreci evde başlar. Yaramazlık yaptığında yediği tokat ya da ‘Beni üzüyorsun. Hastalanırım’ gibi cümleler çocuğun zihninde yer eder. Üzünce, hastalanınca ölme - öldürmek gibi otomatik bağlar kurup, sonuçlara gider.
Yemeği ağzına tıkmak göya ‘beslemek’ için seyrettirilen çizgi film adı altında bol hareketli, sonunda ‘iyiler’ yense de saldırgan sahnelerden uzak olmayan görüntüler ne denli biriciğinizin aklını ruhunu besliyordur dersiniz? Peki ya daha çok, kim - kimi - neden ve nasıl öldürmüş, yaralanmışların kanlı görüntüleriyle dolu akşam haberlerinde ne hissediyordur sizce? Ailece seyredilen ‘prime time’ ya da kablolu filmleri de unutmamak lazım tabii. Kanların daha bol ve gerçekçi aktığı, birkaç dakikada bir en iyi ihtimalle yumrukların savrulduğu filmlerle, çocuk saldırganlığın sağlamasını yapıp uykuya geçmez mi? Daha kötüsü tek başına internetten ölme öldürme oyunları oynayan çocukların saldırganlık duyguları nasıldır?
Özetle; tüm bunlar aracılığıyla ölüm - ölme - öldürme gerçekliğini algılayamayan çocukların beyinlerinin içine, bir oyun- olağan bir durummuşçasına iyice yerleşmiş olmuyor mu?
Peki, çözüm ne, ne mi yapmalı?
Ben anne - baba olsaydım, birey olarak tüm bu olumsuzlukların genel olarak tek başıma önüne geçemeyeceğimi bilirdim. Çocuğumun sadece onayladığım programları seyretmesine izin verirdim. Hiç olmazsa belli bir yaşa kadar haber seyretme özgürlüğümden vazgeçerdim çocuğumu korumak için. Akşamları da film seyretmeyiverirdim. ‘Şehir çocuğu olmasına’ bakmadan bulduğum her yeşile götürürdüm, atlayıp zıplasın doğada diye. İçindeki enerjiyi, coşkuyu boşaltması için sanata, spora yönlendirirdim. Ve model olup, kızgınlığını saldırgan duygularını suçluluk hissetmeden konuşarak ifade etmesini, öğretirdim!