Kullanılmış hayatlardan geliyoruz her birimiz. Saf, dokunulmamış ve dokunmamış değil. Kullanmış, kullanılmış, kullandırılmış. Kimimize daha belirgin olarak hissedilse de, bir tür özensizlik var her birimizde.
Tam da “sahip” olduklarımızın ve “olduklarımızın” keyfine varacağımız yaşlarda, bir tür aymazlık ve üşengeçlikle kendimizi, birbirimizi yok ediyoruz. Bir yandan var oluş hallerimizden ve rollerimizden sıkıntı duyarken bir yandan da, “devamlılık – önceden kestirilebilirlik – güven içinde olma ihtiyacı”, çelişkiler yaratıyor içimizde. Yön değiştirecek cesaretten yoksun, harekete geçemeyecek denli yorgun, yerinde duramayacak denli bıkkın. Biraz şaşkın, biraz kızgın, bazen küçük ataklarla ilerlediğimizi sanarak ve umarak, yaşıyoruz kendi yarattığımız ya da bizim için yaratılmasına izin verdiğimiz çizgilerde. Şımartılmak istiyoruz her birimiz. Ekmeğimize yağla reçelin en son ne zaman ve kim tarafından sürüldüğünü hatırlamaya çalışırken. Cenin pozisyonunda, yapmamız gereken tek işin parmak emmek olduğu günleri özlercesine, tam bir teslim oluş arzusu duyuyoruz içten içe. En özel ilişkilerde ve anlarda bile yaşanan güç çatışmalarından kalma bir tükenişle.
Birilerine, bir şeylere aslında olmayan anlamlar yükleyip, kofluğuyla yüzleşince haksız yere kızıyoruz karşımızdakine. Beklentilerden söz ediyoruz durmaksızın. Hayal kırıklıklarından. Almayı umduklarımız yüreğimizde yürüyoruz, bilinen ama aklın en ücra köşelerine atılmış, yok sayılmış, mutlak sona oysa açılmasını beklediğimiz kucaklara, biz açabilsek kollarımızı. Korkmaktan korkmadan, içimizi önce kendimize, sonra diğerlerine görüp gösterebilsek. Bu kadar yoğun ve süreli, savunma ihtiyacından bir kurtulabilsek.
Siü Çö Mo’nun şiirindeki kabullenmişliği ve sinmişliği bir atabilsek üstümüzden.
Evvelsi gün çocuktum
Bu kumsal aşkımdı benim
Bir köz kadar sıcak doğarken güneş
İşimi yapmaya geliyordum buraya. Kumun üzerinde kaleler dikmek için
Deniz kabuklarıyla dolduruyordum ceplerimi
Benim öylesine gururla yaptığım
Yapıyı yıkıyordu kötülükçü dalgalar
Bense haykırıyordum: Hey deniz,
Yine de seviyorum seni.
…
Bugün, ne yazık ki, böyle, neden bugün?
Deli divane değilim artık, eskisi gibi çocukluğumun tazeliği de kalmadı.
Artık deniz kıyısına gitmeyeceğim.
…
Gelgit kemirdi yazılarımı
Açımı silmeden
Yazıyorum: Hey deniz, vazgeçtim artık seni sevmekten!
Daha ne kadar ve neden vazgeçeceğiz? Yeter artık! Bırakın yakınmayı. Parmaklarınızı birleştirip hayata, insanlara “küs”yapmayı. Ya denizin ulaşamayacağı yerlere yapın kalelerinizi ya da yıkılacağını bile bile, yapmanın keyfini yaşamak için kurun oyunlarınızı. Ama vazgeçmeyin! Kullanmayın hayatları ve kullandırmayın.