“Korkuyorum…” Hayatınızda kaç kez söylediniz bu kelimeyi, kaç kez içinizde büyüdü bu duygu, “Anneee” diye bağırıp, karşılık alamadığınız, artık geçmişte kalan günlerde; kaybolduğunuzu sandığınız bir zamanda; sevdiklerinizin zarar göreceğini hissettiğiniz bir anda.
Ortalama ömürlü bir insanın, hayatında kaç kez korktuğunu belirleyen istatistikler yok elimizde. Çünkü insanların bireysel özellikleri, koşulları birbirinden çok farklı. Ama sağlıklı ile sağlıksızı ayırt edebilmek için tanımlar geliştirebilmiş bilim adamları. Bir acıyla karşılaşma ya da kötülüğe uğrama olasılığında doğan ve aşırıya kaçmayan korkular, doğal / sağlıklı kabul ediliyor. Kendimizi tehdit altında hissettiğimizde ya da bulaşıcı bir hastalığın yayılması sırasında, bize bir şey olacağı korkusuna kapılmakta olduğu gibi. Çünkü ölüm korkusu geneldir, her insan ölümden korkar. Ancak, ortada hiçbir neden yokken ya da var olan nedenle oluşan tepki arasında bir oransızlık söz konusuyken hissedilen korku, sağlıksızdır. Şimşek, iğne, yaşlılık, karanlık, su, imza atma, kalabalık korkularında olduğu gibi.
Bugün hastalıklı korkulardan değil, insanca, ama çözümlenmesi gereken korkulardan bahsetmek istiyorum sizlere.
En yaygın korkumuz, yalnız olma, yalnız kalma. Zorluklarla karşılaştığımızda, önümüze engeller çıktığında, hayat artık zor ve ağır geldiğinde, sığınacak bir göğüs istiyoruz. Bazen baba - anne, bazen eş - sevgili. Belki böylesi kötü zamanlarda, özlediğimiz teslim oluşun rahatlığını bize sağlayacak insanlar var hayatımızda. Peki ya bu rahatlık için ödediğimiz bedeller? Sırf yalnız olmamak, korunmak adına; özgürlüklerimizin kısıtlanışı, haklarımızdan vazgeçişlerimiz, susuşlarımız, içimize attıklarımız, göğüs geçirdiklerimiz… Söyleyin bana, değer mi bunlara? Yalnız kalmaktan korktuğumuz için ödediğimiz bedeller her geçen gün artacağına, beraberinde kişiliğimiz ve özgüvenimiz zayıflayacağı için yalnız kalma korkusu daha da büyüyeceğine göre, değer mi? Ya da sorun çözücü mü? Sırtını dayamak değil, sırt sırta, can cana olmayı yaşayıp yaşatmadıktan sonra, gerçek paylaşımı ve çoğalmayı benliğimizde - içimizde hissetmedikten sonra ne anlamı var arkamızda birinin olmasının?
Sevilmemekten de korkuyoruz. Bu yüzden de özel bir geceye hazırlanırcasına, en iyi halimizle çıkıyoruz insanların karşısına. Bu kez de hata yaparsam, onu / onları / sevgilerini kaybedersem diye korkuyoruz. Çünkü içten içe maskelerin ardındaki, “gerçek ben”i hissediyor, biliyoruz. Ve “gerçek ben” ortaya çıkmasın, zaaflarımız görülmesin, sevgiyi kaybetmeyelim diye, hissettiğimizden ve olmak istediğimizden daha uzak duruyoruz sevdiğimiz insanlara.
Özellikle ilerleyen yaşla birlikte, düzenimizi değiştirmekten, yeni bir yaşama geçmekten de korkuyoruz. İçimizdeki yaşama sevinci günden güne azalsa da, heyecana coşkuya açlık duysak da, ayaklarımızdaki ağırlık duygusuyla, duruyoruz durduğumuz yerde. Eski olan, kötü bile olsa, bildik tanıdık olduğu için, var olan düzeni sürdürmeye devam ediyoruz.
Yalnız kalmak, sevilmemek, var olanı yitirmek ve daha niceleri. Tamam, bunların hepsi insanca ama insanlar korkularıyla başa çıkabilirler. Nelerden korktuğumuzu bilirsek, sorunu giderici yöntemler geliştirebiliriz. Hem belki de korkularımız, sadece bizim bakış açımıza bağlıdır. Başka bir boyuta geçip, farklı bir açıyı yakalayabilirsek, korkularımızdan arınabiliriz. Yalnız kalmaktan mı korkuyoruz? Bireysel gelişimimizi sürdürüp, başa çıkabildiklerimizin sayısını artırarak, kendimizi güvenimizi geliştirirsek korkmayız ki. Ya da var oluş hallerimizin güzelliğinin farkına varıp, sevilmeye değer olduğumuza inanırsak, maskelere de gereksinim duymayız. Üstelik “sahip” olduklarımızla, “olduklarımızı” biz yarattıysak, neden yine ve yeniden yaratmayalım?
Kaldı ki, bir kere ölünür. Korkudan korkup, o mengenenin içinde her gün ölmekten beter olmaktansa, korkuyla yüzleşmek en iyisi değil mi? Ne dersiniz?